Hayatta ve Borsada Umudunu Kaybetmeden Para Kazanmanın ve Zengin Olmanın Yolları
Herhangi bir şeyi yapamamak için kuvvetli mazeretleri olanlar bu adamın
hayatına bir baksınlar. Onun hayatını izledikten sonra ya yapacak, ya da utanacaklardır!
Onları dinleme, YAPABİLİRSİN!
Hepimizin "kaybetmek, yenilmek, hayatın pençesinde ezilmek" için nedenleri var. Üstelik bu nedenler donmakta olan birini uykunun çektiği gibi uyuşturucu bir mutluluğa bile çekebilir insanı. Mücadeleyi, savaşmayı, dövüşmeyi bırakırsın. Kendini, kendi mazeretlerinin karanlık derinliğine salarsın. Hayatla arandaki kavgayı daha başlamadan kaybedersin.
En çok da "yenilmekten korkanlar" sever daha baştan kaybetmeyi; "yenilmemişlerdir", sadece savaşa girmemişlerdir. Teslim olmak yenilmekten daha iyi gelir onlara. Bırakın savaşmayı, yenilmeyi bile beceremeyenlerin yenilgisidir bu. Biraz zavallı görünür bu adamlar bana.
Ben savaşmayı severim, savaşanları severim, yenilmekten korkmayanları severim. Mücadelecileri, dirençlileri, dövüşçüleri severim. Kendi hayalini kendi oluşturup ne olursa olsun o hayale yürüyenleri severim. Böyle adamları benim gözümde değerli kılan onların hayalleri değildir; bazılarının hayalleri bana çok yabancıdır ama o hayale yürüyüşteki cesaret, o her şart altında dimdik duran azim, gerilememe kararlılığı çeker ilgimi. O insanlar başarırlar.
Başarının ölçüsü ne para kazanma, ne şöhret, ne iktidardır benim için. Basittir benim başarı tarifim. İnsanın hayallerini gerçekleştirmesine başarı derim ben. Amaç ister para kazanmanın yolları ile zengin olmanın yolunu isterse de huzur olsun, hayalinle senin arana dikilen bütün engelleri aşabilmeye.
Geçenlerde Chris Gardner'ın hikâyesine rastladım. Bir zenci. Çocukluğu kötü geçmiş. Babası onları terk etmiş, üvey babası çok kötü davranmış, onu ve kardeşlerini hırpalamış, annelerini dövmüş. Daha 7 yaşındayken "çocuklarını asla bırakmayacağına" yemin etmiş. Akıllı olduğu için arkadaşları buna "koca kafa" adını takmışlar.
Ama okumamış. Gidip Deniz Kuvvetleri'ne yazılmış. Sıhhiyeci olmuş. Orada işleri çabuk öğrenmiş, doktorların ilgisini çekmiş. Askerden sonra tıp okumayı düşünmüş. Ordudan ayrılınca bir hastanede çalışmaya başlamış.
İşler iyi gidiyormuş. Evlenmiş. Sonra hastanede çalışmaktan vazgeçmiş. Hastane malzemeleri satmanın zengin olmanın yolu olduğuna karar vermiş. Bu karar onun felâketinin başlangıcı olmuş. Bu arada bir de oğlu doğmuş. Kapı kapı dolaşıp "tarayıcı" denilen bir âlet satmaya uğraşıyormuş doktorlara. Ama işler iyi gitmiyormuş. Hayat gittikçe daha zorlaşıyormuş. Parasızlık, çocuğun yuva masrafı, biriken faturalar, ödenemeyen kira, kansının çift vardiya çalışması, tarayıcıları kimsenin almaması.
Gardner her yandan sıkışırken bir gün elinde kocaman tarayıcısı, sırtında her zaman taşıdığı ucuz çantasıyla doktor randevusuna yetişmek için hızla yürüdüğü sırada kaldırımın kenarında kırmızı Ferrari durmuş, içinden fiyakalı genç adam inmiş. Adamı durdurmuş hemen. "Efendim, izninizle iki sorum var. Bu arabayı alabilmek için ne iş yapıyorsunuz? Bu işi nasıl yapıyorsunuz, nasıl para kazanılır?" "Borsacıyım. Şu binada borsacı olmak isteyenler için kurs veriyorlar."
Gardner o anda borsada çalışmaya, borsacı olmaya karar vermiş. Ve hemen binaya girip kursa katılmak istediğini söylemiş. Kursa katılabilmek için gerekli sınavı başarmış ve mülâkata girmeye hak kazanmış. Mülâkattan bir gün önce eve polisler gelmişler ve ödemediği trafik cezasından dolayı onu tutuklamışlar.
O sırada evini boyadığı için onu atleti ve eline yüzüne bulaşmış boya lekeleriyle nezarethaneye atmışlar. Ertesi sabah karakoldan çıkıp o haliyle koşa koşa mülâkata gitmiş. Bir borsa sınavına atletle, yüzünde boya lekeleriyle gelen genç zenciye kurulun başkanı "Karşıma atletle gelen bir adamı borsacı olması için kursa kabul etsem ne dersin!" demiş. "Herhalde çok güzel bir pantolonu vardı derim efendim!" Bu espri üzerine onu kursa kabul etmişler. Kurs 6 ay sürecekmiş, bu sürede hiç ara vermeyeceklermiş, sonunda içlerinden yalnız birini işe alacaklarmış.
Bir yandan kursa gidip bir yandan da para kazanmak için "tarayıcılarını" satmaya uğraşıyormuş. Ama satamıyormuş. Hayat daha da zorlaşmış. Sonunda karısı onu terk etmiş. Chris bütün zorluklara rağmen çocuğuyla birlikte yaşamaya karar vermiş ve oğluyla ikisi başbaşa kalmışlar.
Bir akşamüstü oğlunu mahalledeki basket sahasında oynamaya götürmüş. Çocuğun bir atışını sertçe eleştirince küçük oğlan "Ben bu oyunu beceremeyeceğim!" diye oynamaktan vazgeçmiş. "Kendileri yapamayanlar sana, senin de yapamayacağını söylerler!" demiş oğluna, "Sana ben bile yapamazsın dersem beni dinleme!"
Birkaç gün sonra kirayı ödeyemedikleri için ev sahibi onları evden atmış. Bir motele yerleşmişler. Sabahlan oğlunu yuvaya bırakıyor, kursa gidiyor, kursta hisse satabilmek için müşterilerle konuşarak diğer kursiyerleri geçmeye çalışıyor, akşam yuvaya koşup oğlunu aldıktan sonra "tarayıcılarını" satmak için doktor muayenehanelerini dolaşıyormuş.
İşler biraz düzelmiş. Tarayıcı satışları artmış. Tam biraz nefes alacakken bu sefer de bir mektup gelmiş vergi dairesinden. Ve kazandığı bütün parayı elinden almışlar. Satabileceği tek bir tarayıcı ve cebinde 12 dolarla kalmış. Motele de kolay para ödeyemediği için oradan da atılmışlar. Ne gidebilecekleri bir yer, ne de ceplerinde para varmış. Bir metro istasyonuna götürmüş oğlunu. Oğluna elindeki tarayıcıyı gösterip "Bak, bu zaman makinesi!" demiş, "Haydi düğmesine bas ve zaman değişsin!" Çocuk düğmeye basmış. "Ah!" demiş Chris, "İşte zaman değişti, bak dinozorlar geliyor, haydi kaçıp bir mağaraya sığınalım!" Oğluyla metronun tuvaletine girmişler, "Burası mağara!" demiş Chris, yerlere tuvalet kâğıtlan serip oğluyla birlikte onların üstüne oturmuş. Oğlunu uyutmuş ve o uyurken ilk kez ağlamış. Ertesi sabah kursa elinde "tarayıcısı", bavulu, bir takım elbisesiyle gitmiş; soranlara "Akşam bir yolculuğa çıkacağım da onun için eşyalarım yanımda!" diyormuş. Bir yandan da deli gibi çalışıyormuş kursta. O akşam bir kilisenin "evsizler" barınağında kalmışlar. Oğlunu uyuttuktan sonra elindeki son tarayıcının arızasını tamir etmeye uğraşmış.
Artık her sabah kursa gidiyor, bir ara koşarak doktor muayenehanesine gidip tarayıcı satmaya çalışıyor, akşamları evsizler barınağı önünde çocuğuyla kuyruğa girip gece yatacakları yatak bulmaya uğraşıyormuş. Bazı geceler barınakta yer bulamayınca metro istasyonunda kalıyorlarmış. Bir yandan da diğer kursiyerlerin aramaya bile cesaret edemedikleri zengin yöneticileri arıyor, onlardan randevu alıyor, gerekirse evlerine gidip oğluyla birlikte kapılarını çalıyormuş. Cebinde beş kuruş parası, yatacak yeri olmayan bu genç zenci bazı günler ülkenin en zengin adamlarıyla tanışıp onlarla dostluk ediyormuş. Akşam da yeniden evsizler barınağına dönüyormuş.
Bir gün elindeki son tarayıcıyı satmayı başarmış. O gece iyi bir otelde kalmışlar oğluyla. Güzel bir hamburger yemişler. Kurs son günlerine yaklaşıyormuş. Ama kursun yöneticisi bu zenci öğrenciyi "ayak işlerine" koşturuyor, onun diğerlerine yetişmek için çabalarken bir de angaryalar yüzünden zaman kaybetmesine sebep oluyormuş. Bütün bunlara rağmen kursun sonuna kadar dayanmış. Hisse senetlerini satmış. Son gün takım elbisesini giyip gitmiş işe. Onu son mülakata çağırmışlar. Yönetici "Bugün burada kursiyer olarak son günün!" demiş. Ve eklemiş: "Yarın burada borsa simsarı olarak işe başlayacaksın çünkü!"
O anda Gardner'ın gözleri dolmuş. "Zor oldu mu Chris?" diye sormuş yönetici. "Çok zor oldu efendim!" demiş. Ertesi sabah iyi bir maaşla işe başlamış. 6 yıl sonra kendi şirketini kurmuş. 15 yıl sonra şirketini milyonlarca dolara satmış. Sonra oturup hayatını yazmış. Yazdığı kitap bütün dünyada bestseller olmuş. Kitabından yapılan film Oscar'a aday gösterilmiş. Şimdi artık zengin bir adam.
Bu adamın hikâyesini çok sevdim. Ne borsacı ne de zengin olması beni etkileyen. Hayalini gerçekleştirememek için çok geçerli mazeretleri olan, çocuğuyla sokaklarda yatan, aç kalan, bir yandan kendinden iyi eğitim görmüş insanlarla yarışırken bir yandan kimsenin almadığı bir "tarayıcıyı" satmaya uğraşan, bir gün bile çocuğunu yalnız bırakmayan ve en zor şartlar altında bile oğluna "Yapabilirsin, yapamayanların öğütlerine aldırma!" diyen bir adamın mücadele etmesinden, direnmesinden, metro tuvaletlerinde ağlarken bile amacından vazgeçmemesinden etkilendim. Bu kadar kararlı bir şekilde ne olmak istese olurdu.
Hayattan, sefaletten, açlıktan korkmaması, bir tek gün bile yakınmaması, aç yattığı gecenin sabahında "Nasılsın?" diyenlere "iyiyim!" diye cevap verebilmesi, başaramamak için sahip olduğu mazeretlerin içine saklanmaması, gerektiğinde 24 saat uykusuz kalması, oğluna hep sahip çıkması, insanların ona hayran olmasını sağlıyordu. Kendi hayat hikâyesiyle oğluna verdiği öğüdü herkese vermiş oluyordu: "Yapamayanlar sana da yapamayacağını söylerler, onlara inanma!"
Herhangi bir şeyi yapamamak için kuvvetli mazeretleri olanlar bu adamın hayatına bir baksınlar. Onun hayatını izledikten sonra ya yapacak, ya da utanacaklardır. - Ahmet ALTAN
|